Sayı #1 · 30.06.20 Kesilmiş e-postanın tamamı için tıkla!
facebook twitter instagram youtube website
SPOILER İÇERMEZ
#1 · Dark, Nostalji Hastalığı, Anlamsızlık Sendromu, Nihilizm ve Diğer Şeyler


İlk, İsviçreli Doktor Johannes Hoffer’in 1688’de yazdığı tıpla ilgili bir tezde kullanılan nostalji kelimesi, nostos (eve dönüş) ve algia (özlem)¬ gibi Yunanca iki kökten gelmektedir. Uzun süre memleketlerinden uzak kalan askerlerin yakalandığı bir hastalık olarak düşünülen nostalji’nin belirtileri cansız ve süzgün bir görüntü ve her şeye karşı kayıtsızlık, geçmişle şimdiyi, gerçek olanla hayali olanı birbirine karıştırma şeklindedir.

Nostaljinin Geleceği, Svetlana Boym, Metis Kitap, Aralık 2009, s.26

Yabancılaşma: Özlemenin kamburu...
Özlem, gittikçe derinleşen ve yeterince uzun sürerse vazgeçişe dönüşen bir yabancılaşmayla doğar veya önünde sonunda onu kendisi doğurmak zorunda kalır. Ya mevcut olana ya da geçmişte kalana; birinden birine mutlaka yabancılaşırız sonunda. Şimdi, geçmişle; hayal, hakikatle çatışır.

Neyi özlediğini bilmek görece iyidir, bazı sorular cevaplanır böylece.
Neye duyulduğu bilinmeyen özlem ise yılanlar gibi üst üste kıvrılmış soru işaretleriyle dolu bir kuyuya çeker bizi. Özlenen şey gerçek midir yoksa mevcut gerçeklik mi bizi onunla avunmaya itmiştir?

Hiç tanışılmamış, adı konulmamış bir şeyleri özlemek peki? İnsanlık ideali tepeden tırnağa bir düş kırıklığı olduğu için mi böyle bir özleme düştük de Heidegger adlandırdı onu, “dünyaya fırlatılmışlık hissi” diye? Bizi kusan bir başka dünya mı var?

Her şeyin, ama her şeyin ötesinde/uzağında/dışında, uhrevi bir kaynaktan koparılmışız da önce bir bedene, sonra da dinlerin cehennem tasvirine epey benzeyen ama ateşten daha yaratıcı azapları olan bir dünyaya hapsedilmişiz sanki. Fırlatıldığımız dünya, o uhrevi kaynağa duyduğumuz özlemi yok etmemiş. Aksine, oraya duyduğumuz hasretin açtığı gedikten sızmış, insanı hayalle, inançla, imanla kandıranlar. Bazıları oraya Cennet diyor, bazıları Nirvana; bazıları için öyle bir yer yok. Yine de zamanın ve gerçekliğin arkasındaki o Yok-Yer’e duyduğumuz ezeli hasret sürüyor.

Ev neresidir, yurt neresi? Benlik ve karakter nedir? Ben diye bir şey var mıdır yoksa Rimbaud’nun dediği gibi “Ben bir başkası” mıdır?

Eve, yurda, bene duyulan özlem, kendisine bir çare bulmamız için bizi uzaktan bakmaya iter ve yeterince uzaktan bakıldığında her şey anlamsızlaşır. Anlamsızlık denizinde kulaç atmaya başladığımızda ise ailemiz, dostlarımız, her gün selamlaştığımız yüzler, okşadığımız kedimiz, evimiz, yatağımız hatta yüzümüz bile fersahlarca öteye düşer birden. Hepimizin aynaya bakıp “Ben bu görüntüden mi ibaretim?” dediği zamanlar olmuştur neticede.

Tasavvuftaki “hayret makamı” gibi, sanki orada tam da o an belirivermişizdir. Bizi oraya, o ana getiren tüm geçmiş siliniverir. Annemiz konuşurken “Şimdi bu kadın benim annem, öyle mi?” deyiveririz veya “Ben evlendim ve bu konuşan surat da eşime ait yani?” diye teyit isteriz kendi aklımızdan. Bu kozmik, ruhani, varoluşsal yalnızlık, insanı kendi içine doğru ölen bir yıldıza çevirebilir ve sonunda kendi karadeliğinde kaybolmasına bile neden olabilir.

Kaybolur mu? İnsan kendi karadeliğinde kaybolunca başka bir evrene açılır mı? Anlamsızlıktan gebermemek için mi tüm bu aileler, dostlar, iletişim ve inanç, sahiplenme ve aidiyet, ev, huzur… Yalnızlığımıza ilaç sandığımız köklerimiz varlığımızın zehri olabilir mi?

Anlam varsa bile bunu türümüzün en tehlikeli icadıyla, kelimelerle, bulabilir miyiz? Doğru soruyu sormak için söze ihtiyacımız var mı gerçekten? Başka türlü ışıklar gören bir körün içsel gözleri gibi ebediyen sustuğumuzda mı duyarız hakiki anlamları?

Peki anlamsızlık, sandığımız gibi güçsüz mü kılar bizi? Milyarlarla dolu bir sırt çantasıyla gezen mi daha tedirgindir, taşıyacak bir çantası olmayan mı? Öze, başlangıca inemediğimiz için medeniyet sandığımız bu büyük prodüksiyonun, içgüdü ve coğrafya işbirliğiyle armağan ettiği değerlere, duygulara, inançlara sarılırken, tüm bu anlamlandırma arayışı bizi ölümcül bir biçimde yıpratıyor olamaz mı?

**

İzlerken yokuş yukarı bisiklet sürmüşüz hissi yaratan Dark dizisini neden bu kadar sevdik? Kafamızı asla tamamen hâkim olamayacağımız kadar karıştırdığı için mi? Zaman yolculuğu konusu ilk kez işlenmediğine göre sadece bu da olmamalı. Muazzam aksiyonlar, sık ve ani şoklar konusunda da alıştığımız işler gibi değil.

Dark, bir hikâyeden önce, görsel ve işitsel bir sanat eseri. Apparat’ın başka âlemlerden çalınmış gibi tınlayan Goodbye şarkısından ve gerçeği melankolik bir biçimde büken, yitirip yeniden yaratan jeneriğinden başlıyor etki.

Kurgu eserlerin olmazsa olmazı karakterizasyonun aslında ne kadar durağan ve sınırlı ama aynı anda diri ve derin olduğunu fark ettiniz mi? Karakterler, tek bir özelliğe indirgenen tiplemeler halinde ama bunu zenginleştiren bir şey var: Zaman… Zamanda yaptıkları yolculuklar ve yuttukları yazgı tozları kadar değişiyorlar -bir noktada, hepimiz gibi.

Bu dizinin üç başrolü var: İkisi zaman ve gerçeklik. Zaman kendi gerçekliğini, içinde bulunulan boyuta ve koşullara göre dayatıyor ve biz onun gölgesindeki karakterlerin hikâyelerini izliyoruz.

Bir süre sonra ortaya karakterlerin arkasındaki asıl hikâye çıkıyor: Zamana, gerçekliğe, yazgıya hâkim olamadığımız sürece anlamsızlık rendesinde kıyılmaktan başka yapacak hiçbir şeyimiz yok. O rende, tenimizin rengini, dilimizi, dinimizi, vatanımızı, değerlerimizi, sevdiklerimizi ve nefret ettiklerimizi bilmiyor çünkü. Karakterlerin farklı zamanlarda değişen ilişkileri ve konumları sadece birer zekâ oyunu değil; anlamsızlığa yapılan bir vurgu hatta belki övgü…

Zaman ve gerçeklik birbirinden ayrılamaz; birini sildiğimizde ötekini de yitiririz. Dark bunu yapıyor. Müptelası olduğumuz gerçekliği, zamanla birlikte büküyor. Karakter dediğimiz, anlam sandığımız, gerçek bildiğimiz her şeyi büküyor ve bilimsel teorileri, yarattığı melankolik atmosferle harmanlayarak içten içe kaçtığımız, reddettiğimiz, derinlerimizde yatan o Yok-Yer’e olan özlemi küçücük bir anlığına da olsa ortaya çıkarıyor.

Veya bunun da ötesinde, bazılarımız için öyle bir evin olmadığını da anlatıyordur belki; tüm bunların, öleceğini ve bilinçsiz bir hiçliğe savrulacağını kabullenemeyen cici kompleksli insanın kapıldığı bir illüzyondan başka bir şey olmadığı varsayımını...

Yine de tüm bunların da üzerine çıkan bir şey var. Hikâyenin özüne, sonuna ve aslında başlangıcına döndüğümüzde karşımıza çıkan üçüncü başrol… Esasında dizideki tüm karakterlerin kararlarını etkileyen ortak kahraman, yani aslında tek kahraman, her şeyin sebebi ve sonucu, yaratıcısı ve yok edicisi: Sevgi…

Inception filminde rüyanın rüya olması için bir başlangıcı olması gerektiğinden bahsediliyordu, oradan mülhem ben de Kaosun Kalbi’nde başka bir bağlamda “Hakikat başlangıca mahkûmdur,” demiştim. Melankolinin nihilizme döndüğü bu eşiğin en sevdiğim örneği ise The Matrix’teki ince bir detayda gizli: Neo, kapısına gelen müşterisine vereceği virüs yazılımının olduğu CD’yi Baudrillard’ın Simülasyonlar ve Simülakrlar kitabından çıkarır. Gizli zula işlevi gören kitapta açılı olan sayfa ise “Nihilizm Üzerine” bölümüdür. Sahi, biz Neo’nun ailesini, geçmişini neden hiç öğrenmedik? Bir karakteri derinleştirmek için en elzem görülen bu bilgilerin eksikliği Neo karakterine bir şey kaybettirdi mi veya daha doğrusu ne kazandırdı? Eksik bilgiyle karakter derinleştirmek... Müthiş!

Kadran Kadraj zaman ve gerçeklik saplantısından doğmuştu. Oradan birkaç not derledim, okumak istersen butona tıkla.
PDF'e GİT
Eğer istersen romanın giriş bölümüne de buradaki butona tıklayarak ulaşabilirsin.
PDF'e GİT
Güney Raporları

Herhalde adının ve soyadının ilk harflerini karınca SÖZ olduğunu ilk fark eden değilimdir, olsun. Selahattin Özpalabıyıklar'ın kitabını gözden kaçırdığımı, pandemi sürecinde TÜRKYAYBİR'in sevgili Sevengül Sönmez yönetiminde açtığı İleri Düzey Editörlük Atölyesi dersine konuk olunca fark ettiğimi itiraf etmeliyim. Ömrünü yazıyla, sözle, kitaplarla geçiren, editörlük mesleğinin ustalarından, cümleleri ameliyat ettikçe yahut onlara mühendislik yaptıkça derinleşen, kusursuza yaklaşan diliyle usta bir yazar. Şiir, kitaplar, yayıncılık, editörlük ve hepsinin üst başlığı olarak "dil" sizi ilgilendiriyorsa bu kitabı okumalısınız ama dikkat; kitabı bitirseniz de rafa kaldırmanızı engelleyen tuhaf bir gücü var.

NOT: Önümüzdeki hafta bu kitaptan da alıntılarla editörlük ve yazarlık mevzuuna dair notlara giriş yapacağım.

Siber güvenlik konusu, parapsikolojik yeteneklere sahip bir baş kahraman ve polisiye kurgu... Onur Okan'dan leziz bir iş. 

Ürettiği her fikre, her işe doğuştan taşıdığı özel bir sihirle dokunan Çağla Özden'den disiplinlerararası yaklaşımla harmanlanmış bir Yaratıcı Drama hesabı.

Korkunun yalnızca edebiyatını değil tarihini ve kültürünü de akademik altyapısıyla işleyen Son Gulyabani nâm Mehmet Berk Yaltırık, hafta içi Twitch yayınlarına devam ediyor. Alışkanlık yaptığını belirteyim. Program takvimine Twitter hesabından ulaşabilirsiniz.

Türk Dili ve Edebiyatı, Tarih, İslâm Kültürü, yerli mitolojiler gibi türlerarası alanda acayip bir birikimin sahibi Ömer Faruk Yazıcı da Youtube ve Twitch yayınlarına devam ediyor. Onun program detaylarını da Twitter hesabından takip edebilirsiniz.

İKİ TEŞEKKÜR


Geçtiğimiz gece gönderdiğim Sayı #0'dan sonra çok güzel dönüşler, yorumlar, paylaşımlar aldım. Tanımadığım insanlardan da gelmesi ayrıca güzeldi. Var olun!

Kaosun Kalbi, yayımlandıktan iki gün sonra başlayan karantina süreci gibi aksiliklere rağmen 2. baskıyı yaptı. Uykusuz gecelerimi, rahatsız uykularımı, baş ağrılarımı boşa çıkarmayan herkese yürekten teşekkürler! Daha iyilerine...

Şahsi ve Muhterem'in ilk kuralı...

...Şahsi ve Muhterem hakkında konuşmamak falan değil. Bu bülteni, bültenden pasajları, abonelik bağlantısını muhtelif adreslerde paylaşman beni mutlu eder. Ama paylaşmazsan da mutsuz etmiş olmazsın. 

Facebook'ta Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş Twitter'da Paylaş Başkasına GÖnder Başkasına GÖnder
Koray Sarıdoğan

koray@koraysaridogan.com
"Sanat şahsi ve muhteremdir"
diyen Fecr-i Âti'ye selamla...

Bir yerlerde yolumuz kesiştiğini düşündüğüm için bu maili aldın. Sonrakileri almak istemezsen:

E-posta listesinden çık
MailerLite